22 Ocak 2015 Perşembe

TEMMUZ'DA LETONYA RİGA GEZİSİ


Sıcak yaz günlerinin ortasında, Temmuzda,  Letonya’nın başkenti Riga’ya gitmek üzere, (nasılsa kuzeye gidiyoruz hava serin olur rahat rahat gezeriz diye düşünerekten) yollara düştük. THY ile gerçekleştirdiğimiz İstanbul- Riga uçuşumuz yaklaşık 3 saat sürdü. Öğleden sonra 2 gibi Rigaya vardık. Uçaktan inince yüzümüze vuran sıcak ve nemli havayı hissedince, meteorolojik tahminlerimiz konusunda fena halde yanıldığımızı anladık,  hava beklentilerimizin aksine oldukça sıcak ve bunaltıcıydı. Letonya’nın başkenti ve de Baltık şehirlerinin en büyüğü olan Riga, ortasından geçen Daugova isimli nehrin her iki kenarında gelişmiş,  Baltık denizi kenarında kurulmuş, 800 yıllık tarihi geçmişi olan bir ortaçağ şehri. 2 buçuk milyon nüfusa sahip Letonya’nın yarısından fazlası Riga’da yaşıyor ya da çalışıyor.

Havaalanından otelimize taksiyle ulaştık. Radisson Blu Latvija, Riga şehir merkezinde yer alan 26 katlı müthiş bir manzarası olan güzel bir otel. Bu arada şehirde 4 adet Raddison Blu oteli olduğunu da taksiciden öğrenmiş olduk. Odamıza yerleştikten sonra vakit kaybetmeden hemen şehir turuna başladık.  Otelin önünde yer alan parkın kenarından yürüyerek, şehrin “old town” diye tabir edilen katedrallerin ve önemli yapıların bulunduğu, baştan sona eski doku korunarak yenilenmiş kısmına doğru yol aldık. Bu arada yolumuzun üzerinde yer alan Letonya’nın en önemli anıtını da görmüş olduk. Özgürlük Anıtı Milda, 1935’te yapılmış, ellerini yukarı kaldırmış bir kadın heykeli. Kadının ellerindeki üç yıldız ülkenin üç farklı bölgesini simgeliyor. Letonya’nın bağımsızlığı sırasında 1918-1920 yılları arasında ölenlerin anısına dikilmiş. 


Özgürlük anıtının olduğu meydan  ve etrafındaki Bastejkalns Parkı  ve Pilsetas kanalı oldukça keyifle gezilecek yerler arasında. Ertesi gün bu kanalda  bir tekne turu yapmayı kafamıza koyarak yola devam ettik.   


                   
Eski şehri yürüyerek gezmeden önce, sürücüsü ve arkasında 2 yada 3 kişilik oturma grubu olan plakalı bisikletlerle oldukça eğlenceli 20 dakikalık mini bir old town turu yaptık. Eşsiz mimarisi ile Art Noveau, Jugentstil tarzında yapılan binaların süslediği sokaklara sahip bu şehre o kısacık gezide hayran olmuştum bile... Riga Avrupa’nın en eski ortaçağ  şehirlerinden biri  ve Unesco kültür  mirası listesinde yer alıyor. 

Old town, gerçekten çok süslü ve dantel gibi bezenmiş harika binalarla dolu olduğu için adeta bir masal şehri gibi görünüyor. Sokakları gezerken insanın önüne bakması pek mümkün değil çünkü her binada ayrı bir güzellik ve sanat var. Kısa bir gezintiden sonra akşam yemeği için İl Pattio isimli  bir İtalyan restoranını seçtik. Menüden seçtiğimiz makarna ve pizzalar bence gayet  başarılı idi. Gece olunca şehir bayağı hareketlendi ve renklendi cumartesi akşamı olduğu için olsa gerek her yer  oldukça kalabalıktı.  Bir çok kafede canlı müzik, meydanlarda konserler vardı. Bu arada havanın 11’e doğru  ancak karardığını söylemeliyim. Gece otelimizin 26. Katında yer alan  “Skyline bar” da cam kenarında yer alan masalardan birinde yer bulduk  ve  bir şeyler içmek üzere yerleştik. Şehrin manzarası buradan muhteşem görünüyor, yolu Rigaya düşenler şehri buradan izlemeden dönmemeli bence. Böylelikle geceyi yorgun ama gördüklerimizden oldukça memnun bir şekilde sonlandırdık.



Ertesi sabah otelimizin önündeki Bastejkalns Parkında yer alan  kanal üzerinde  bir tekne turu satın aldık. Yaklaşık 1 saat süren tekne turunda nehirden şehri, köprüleri ve şehrin önemli yapılarını izleme fırsatı bulabiliyorsunuz. Nehrin bazı kıyı kesimleri plaj olarak düzenlenmiş, kullanılıyordu Ancak yakından nehrin rengi biraz bulanık ve çay rengi gibi göründüğü için bana yüzmek için hiç cazip görünmedi doğrusu. 


Öğleden sonra eski şehri tek başıma keşfe koyuldum. Hava sıcak olduğu için sokaklar oldukça tenha idi, sakin arka sokakları merakla ve heyecanla keşfe koyuldum. Barut kulesi olarak adlandırılan kule (The Powder Tower) ve yanındaki  bina Letonya savaş müzesi olarak kullanılıyormuş. Müzeyi gezdikten sonra kulenin olduğu sokağa yöneldim. Bu sokakta yer alan uzun sarı bina İsveç Kışlası olarak anılıyor. Upuzun binada zemin ve birinci katta yer alan hediyelik eşya dükkanları, kafe ve restoranlar sokak boyunca sıralanmışlar oldukça renkli ve cazip görünüyorlardı. 




Kışlaya yakın  İsveç kapısının açıldığı   sokakta yer alan bir hediyelik eşya dükkanın ahşap kapısına yapılan resim, bu şehirde geçen  büyülü bir masalı anlatıyordu sanırım. Kapının iki kanadında resmedilen masalın neyi anlattığını merak ederek  bu ortaçağ şehrinin kadim sokaklarını keşfe devam ettim..  
Sakin  sokaklarda  gezerken, kendimi birden hareketli Dome meydanında buldum Bu meydan gördüğüm kadarıyla gece gündüz cıvıl cıvıl oluyor.Meydana ismini veren “Dome katedrali” meydanda yer alan oldukça görkemli bir ortaçağ yapısı.  Dome katedralinin arkasındaki Maza Pils İela üzerinde yer alan Three Brothers olarak adlandırılan üç bina da hemen dikkati çekiyor. Belediye meydanında Belediye binası karşısında yer alan pembe renkli aşırı süslü olan Blackheads binası zamanında ticaret amaçlı kullanılıyormuş bu bina Riga’nın sembollerinden birisi. Biraz ilerde yer alan Aziz Peter kilisesi,  kulesi ile ünlenmiş. Kulenin tepesinde  horoz amblemi var. Buradan şehrin manzarası mükemmel görünüyor.






Art Nouveau stilinde yapılmış yapılar, Riga'nın göz alıcı mimari görüntüsünün ana unsurları, Alberta Caddesi, ve Elizabetes caddesi kentin bu tür yapılarının bulunduğu en önemli yerler. Burada bulunan binaların her biri kendine özgü bir Art Nouveau mimari tarzı örneği olup bu caddeler de  Riga’da  görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Daugava Nehri kıyısında, Letonya'nın laik otoritesine ev sahipliği yapan 1330 yılında inşa edilmiş Riga Kalesi de gezilecek yerler arasında.. 



Ülke mutfağına has yöresel yemekleri ve yöresel biraları tadabileceğiniz birçok restoran Riga’ da mevcut. Yorulduğunuzda soluk alacağınız nefis kafeler var. Öğlen yemeğinizi Lidoda alabilirsiniz. Lido Avrupa’nın en büyük ahşap yapılarından biri ve 1000 kişilik. İçeride müzikli bir yemekte tercih edebilirsiniz, fast food ta seçenek çok. Letonya’nın Black Balsam denen liköründen mutlaka tatmak lazım. Bu geleneksel içecek birçok bitkinin,  tomurcuğun ve meyvenin karışımından  meşe fıçılarda  hazırlanıyormuş. Sade içilebildiği gibi çay, kahve, meyve suyu kokteyllerin içine de de karıştırılarak hatta dondurma üzerine de dökülerek tadılıyor. 3 çeşidi var meyveli olanı daha hafif. Bu likörden hediyelik olarak satın almak da mümkün.


Bunun dışında ulusal giysiler içinde bebekler, keten elbiseler ve ketenden yapılmış örtü, önlük vb. hediyelik eşyalar Amberden (Kehribar) yapılmış  takılar ve ürünler,  eldiven, yün süveter, çorap alınacak hediyelik eşyalar olarak sunuluyor.
Ertesi günkü programımızda Jurmala’ya gitmek vardı. Baltık Denizi kıyısındaki en uzun kumsala (32 km) sahip bir tatil kasabası olan Jurmala, Letonya'lıların, Ruslar'ın ve İskandinav ülkelerinden gelenlerin vazgeçilmez tatil beldelerinden birisi imiş. Kış nüfusu yaklaşık 50.000 olan bu tatil kasabası yazın Riga'dan günlük olarak gelen Letonya'lılar ve uzun süreli tatile gelen yabacılarla 250.000 e çıkıyormuş.  Sabah kahvaltıdan sonra bu tatil beldesine gitmek üzere yola koyulduk.Biz trenle gitmeyi tercih ettik. 1.40 Euro’ya Dubulti yönüne binip Majoride inmek üzere bilet aldık. Hava çok sıcaktı,  tren çok sıcaktı ve yol yaklaşık 30 dakika sürdü. Yolculuğumuzun manzarasını oluşturan zümrüt yeşili çam ormanlarını, bakımlı, bakımsız yöresel kır evlerini seyrederek ve trenimizin açık penceresinden içeri dolan rüzgarla biraz olsun ferahlayarak,  çam kokuları arasında yol aldık. 

Majori istasyonunda indik. Gerçekten de güzel bir tatil kasabası görünümünde olan Jurmala yemyeşil bir coğrafyada yer alıyor. Ana caddesi, kafe ve hediyelik eşya dükkanları ile kuşatılmış ve mevsim itibarıyle olsa gerek oldukça kalabalıktı. Jurmala’nın en önemli özelliği birbirinden tamamen farklı ve ortalama 100-150 yıllık, muhteşem ahşap evlere  ve köşklere sahip olması. Romantik ahşap evler gerçekten çok güzel ve özgünler.  Sokaklarda çok bakımlı evlerin yanı sıra bakımsız evler görmek de mümkün. Kısa bir gezintiden sonra Plaja ulaştığımızda ise plajın inanılmaz güzellikteki pudramsı bembeyaz kumları beni şaşırttı. Hava sıcak olduğu için plaj oldukça kalabalıktı ama gri mavi puslu denizde yüzen kişi sayısı azdı. Ayaklarımızı denize soktuğumuzda neden kimsenin yüzmediğini anladık, kuzeyde olduğumuz için su buzz gibiydi.



                                            





Eşsiz bir doğaya sahip olan bir taraftan benzersiz bir kumsal diğer taraftan Lielupe nehri ve çam ormanlarıyla kuşatılmış Jurmala bence görülmeyi fazlasıyla hak ediyor.

4 günlük Letonya seyahatimizden  makinamda kayıtlı çokça  güzel fotoğraf ve hafızama kayıtlı bir sürü güzel  anıyla döndüm ve bir kez daha karar verdim “dünya gerçekten büyülü bir yer”… "Yaşamı canlı tutan anılarımız ve düşlerimiz.". Bol gezmeli,  güzel anlar ve güzel düşlerle dolu bir yaşam dileğiyle 


EMİNE