Sıcak yaz günlerinin ortasında, Temmuzda, Letonya’nın başkenti Riga’ya
gitmek üzere, (nasılsa kuzeye gidiyoruz hava serin olur rahat rahat gezeriz
diye düşünerekten) yollara
düştük. THY ile gerçekleştirdiğimiz İstanbul- Riga uçuşumuz yaklaşık 3 saat sürdü. Öğleden
sonra 2 gibi Riga’ya
vardık. Uçaktan inince yüzümüze vuran sıcak ve nemli havayı
hissedince, meteorolojik tahminlerimiz konusunda fena halde yanıldığımızı anladık, hava beklentilerimizin aksine oldukça
sıcak ve bunaltıcıydı. Letonya’nın başkenti ve de Baltık şehirlerinin en büyüğü olan Riga, ortasından
geçen Daugova isimli nehrin her iki kenarında gelişmiş, Baltık
denizi kenarında kurulmuş, 800 yıllık tarihi geçmişi olan bir ortaçağ şehri. 2 buçuk milyon nüfusa
sahip Letonya’nın yarısından fazlası Riga’da yaşıyor ya da çalışıyor.
Havaalanından otelimize taksiyle ulaştık. Radisson Blu Latvija, Riga şehir merkezinde yer alan 26
katlı müthiş bir manzarası olan
güzel bir otel. Bu arada şehirde 4 adet Raddison Blu oteli olduğunu da
taksiciden öğrenmiş olduk. Odamıza
yerleştikten sonra
vakit kaybetmeden hemen şehir turuna başladık. Otelin önünde
yer alan parkın kenarından yürüyerek, şehrin “old
town” diye tabir edilen katedrallerin ve önemli yapıların bulunduğu, baştan sona eski doku korunarak yenilenmiş kısmına doğru yol aldık. Bu arada yolumuzun üzerinde yer alan
Letonya’nın en önemli anıtını da görmüş olduk. Özgürlük
Anıtı Milda, 1935’te yapılmış, ellerini yukarı kaldırmış bir kadın heykeli. Kadının ellerindeki üç yıldız ülkenin üç farklı
bölgesini simgeliyor. Letonya’nın bağımsızlığı sırasında
1918-1920 yılları arasında ölenlerin anısına dikilmiş.
Özgürlük anıtının olduğu meydan
ve etrafındaki Bastejkalns Parkı ve Pilsetas kanalı oldukça keyifle gezilecek yerler
arasında. Ertesi gün bu kanalda bir
tekne turu yapmayı kafamıza koyarak yola devam ettik.
Eski
şehri yürüyerek gezmeden önce,
sürücüsü ve arkasında 2 yada 3 kişilik oturma grubu olan plakalı bisikletlerle oldukça eğlenceli 20 dakikalık mini bir old town
turu yaptık. Eşsiz mimarisi ile Art Noveau, Jugentstil tarzında yapılan binaların süslediği
sokaklara sahip bu şehre o kısacık gezide hayran olmuştum bile... Riga Avrupa’nın en eski ortaçağ şehirlerinden biri ve Unesco kültür mirası listesinde yer alıyor.
Old town, gerçekten çok süslü ve dantel
gibi bezenmiş harika binalarla dolu olduğu için
adeta bir masal şehri
gibi görünüyor. Sokakları gezerken insanın önüne bakması pek mümkün değil çünkü her binada ayrı
bir güzellik ve sanat var. Kısa bir gezintiden sonra
akşam yemeği için İl
Pattio isimli bir İtalyan
restoranını
seçtik. Menüden seçtiğimiz makarna ve pizzalar bence
gayet başarılı
idi. Gece olunca şehir bayağı
hareketlendi ve renklendi cumartesi akşamı olduğu için olsa gerek her yer oldukça kalabalıktı. Bir çok kafede canlı müzik, meydanlarda
konserler vardı. Bu arada havanın 11’e doğru ancak karardığını söylemeliyim.
Gece otelimizin 26. Katında yer alan “Skyline bar” da
cam kenarında yer alan masalardan birinde yer bulduk ve bir şeyler
içmek üzere
yerleştik.
Şehrin
manzarası buradan muhteşem
görünüyor,
yolu Riga’ya
düşenler
şehri
buradan izlemeden dönmemeli
bence. Böylelikle geceyi yorgun ama gördüklerimizden oldukça memnun bir şekilde sonlandırdık.
Ertesi
sabah otelimizin önündeki Bastejkalns Parkında yer alan
kanal üzerinde bir tekne turu satın aldık. Yaklaşık
1 saat süren
tekne turunda nehirden şehri,
köprüleri
ve şehrin
önemli yapılarını
izleme fırsatı bulabiliyorsunuz. Nehrin bazı kıyı kesimleri plaj olarak düzenlenmiş, kullanılıyordu Ancak yakından nehrin rengi
biraz bulanık ve çay rengi gibi göründüğü
için bana yüzmek için hiç cazip görünmedi
doğrusu.
Öğleden sonra eski şehri tek başıma
keşfe
koyuldum. Hava sıcak olduğu
için sokaklar oldukça
tenha idi, sakin arka sokakları merakla ve heyecanla keşfe koyuldum. Barut kulesi olarak
adlandırılan kule (The Powder Tower) ve yanındaki bina Letonya savaş müzesi
olarak kullanılıyormuş. Müzeyi gezdikten sonra kulenin olduğu sokağa yöneldim. Bu sokakta yer alan uzun sarı
bina İsveç
Kışlası
olarak anılıyor.
Upuzun binada zemin ve birinci katta yer alan hediyelik eşya dükkanları,
kafe ve restoranlar sokak boyunca sıralanmışlar oldukça
renkli ve cazip görünüyorlardı.
Kışlaya yakın İsveç
kapısının açıldığı sokakta
yer alan bir hediyelik eşya
dükkanın ahşap kapısına
yapılan resim, bu şehirde
geçen büyülü bir masalı anlatıyordu sanırım. Kapının
iki kanadında resmedilen masalın neyi anlattığını
merak ederek bu ortaçağ
şehrinin
kadim sokaklarını keşfe devam ettim..
Sakin sokaklarda gezerken, kendimi birden
hareketli Dome meydanında buldum Bu meydan gördüğüm kadarıyla gece gündüz cıvıl cıvıl oluyor.Meydana ismini veren “Dome katedrali” meydanda yer alan oldukça
görkemli bir ortaçağ
yapısı.
Dome katedralinin arkasındaki Maza Pils İela üzerinde
yer alan Three Brothers olarak adlandırılan üç bina da hemen dikkati çekiyor. Belediye meydanında
Belediye binası karşısında
yer alan pembe renkli aşırı
süslü
olan Blackheads binası zamanında ticaret amaçlı kullanılıyormuş bu bina Riga’nın sembollerinden birisi.
Biraz ilerde yer alan Aziz Peter kilisesi,
kulesi ile ünlenmiş.
Kulenin tepesinde horoz amblemi var.
Buradan şehrin
manzarası
mükemmel görünüyor.
Art Nouveau stilinde yapılmış yapılar,
Riga'nın göz
alıcı
mimari görüntüsünün
ana unsurları, Alberta Caddesi, ve Elizabetes
caddesi kentin bu tür yapılarının
bulunduğu en önemli
yerler. Burada bulunan binaların her biri kendine özgü bir Art Nouveau mimari
tarzı örneği olup bu caddeler de Riga’da görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Daugava
Nehri kıyısında, Letonya'nın laik otoritesine ev sahipliği yapan 1330 yılında inşa edilmiş Riga Kalesi de gezilecek yerler arasında..
Ülke mutfağına
has yöresel yemekleri ve yöresel biraları
tadabileceğiniz birçok restoran Riga’ da mevcut. Yorulduğunuzda soluk alacağınız nefis kafeler var. Öğlen yemeğinizi Lido’da alabilirsiniz.
Lido Avrupa’nın en büyük ahşap
yapılarından
biri ve 1000 kişilik. İçeride müzikli bir yemekte
tercih edebilirsiniz, fast food ‘ta seçenek çok. Letonya’nın Black Balsam denen
liköründen mutlaka tatmak lazım. Bu geleneksel içecek birçok bitkinin, tomurcuğun ve meyvenin karışımından meşe fıçılarda
hazırlanıyormuş. Sade içilebildiği gibi çay, kahve, meyve suyu
kokteyllerin içine de de karıştırılarak hatta dondurma üzerine de
dökülerek tadılıyor. 3 çeşidi
var meyveli olanı daha hafif. Bu likörden hediyelik
olarak satın almak da mümkün.
Bunun dışında
ulusal giysiler içinde bebekler, keten elbiseler ve ketenden yapılmış örtü, önlük vb. hediyelik eşyalar Amberden (Kehribar) yapılmış
takılar ve ürünler,
eldiven, yün süveter, çorap alınacak hediyelik eşyalar olarak sunuluyor.
Ertesi günkü programımızda Jurmala’ya gitmek vardı. Baltık Denizi kıyısındaki en uzun kumsala (32 km)
sahip bir tatil kasabası olan Jurmala, Letonya'lıların, Ruslar'ın ve İskandinav ülkelerinden gelenlerin vazgeçilmez tatil beldelerinden birisi
imiş. Kış
nüfusu yaklaşık
50.000 olan bu tatil kasabası yazın Riga'dan günlük olarak gelen Letonya'lılar
ve uzun süreli tatile gelen yabacılarla 250.000 e çıkıyormuş. Sabah kahvaltıdan sonra bu tatil beldesine gitmek
üzere yola koyulduk.Biz trenle gitmeyi tercih ettik. 1.40 Euro’ya Dubulti
yönüne binip Majoride inmek üzere bilet aldık. Hava çok sıcaktı, tren çok sıcaktı ve yol yaklaşık 30 dakika sürdü. Yolculuğumuzun manzarasını oluşturan zümrüt yeşili çam ormanlarını, bakımlı, bakımsız yöresel kır evlerini
seyrederek ve trenimizin açık penceresinden içeri dolan rüzgarla biraz olsun
ferahlayarak, çam kokuları arasında yol
aldık.
Majori istasyonunda indik. Gerçekten de güzel bir tatil kasabası görünümünde
olan Jurmala yemyeşil bir coğrafyada yer alıyor. Ana caddesi, kafe ve hediyelik eşya
dükkanları ile kuşatılmış ve mevsim itibarıyle olsa gerek oldukça kalabalıktı. Jurmala’nın
en önemli özelliği birbirinden tamamen farklı ve ortalama 100-150 yıllık, muhteşem ahşap evlere ve köşklere sahip olması. Romantik ahşap evler gerçekten çok güzel ve
özgünler. Sokaklarda çok bakımlı evlerin
yanı sıra bakımsız evler görmek de mümkün. Kısa bir gezintiden sonra Plaja ulaştığımızda
ise plajın inanılmaz güzellikteki pudramsı bembeyaz kumları beni şaşırttı.
Hava sıcak olduğu
için
plaj oldukça kalabalıktı ama gri mavi puslu denizde yüzen kişi
sayısı azdı. Ayaklarımızı
denize soktuğumuzda neden kimsenin yüzmediğini
anladık,
kuzeyde olduğumuz için su buzz gibiydi.
Eşsiz bir doğaya sahip olan bir
taraftan benzersiz bir kumsal diğer taraftan
Lielupe nehri ve çam ormanlarıyla kuşatılmış Jurmala bence görülmeyi fazlasıyla hak ediyor.
4 günlük Letonya
seyahatimizden makinamda kayıtlı çokça güzel fotoğraf ve hafızama kayıtlı bir sürü güzel anıyla döndüm ve bir
kez daha karar verdim “dünya gerçekten büyülü bir yer”… "Yaşamı canlı tutan
anılarımız ve düşlerimiz.". Bol gezmeli, güzel anlar ve güzel düşlerle
dolu bir yaşam dileğiyle…
EMİNE